22 Temmuz 2010 Perşembe

ANNE, BABA! BENİM DE BURNUM UZAYACAK MI?

Bir gün yalan söyleyeceksen eğer;
Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın
Can YÜCEL


Bir kadın; mahcup ve çekingen, bir adam; vakur, gururlu… Odadan içeriye girerken ortalarında sürükledikleri küçük bir kız çocuğu... Kız nerede olduklarından habersiz, çevreye bakınırken ürkek gözlerle, göz göze geliyoruz. Gülümsüyorum, utangaç gülümsüyor o da. Anne ve babası koltuğa bırakırken kendilerini yorgun bir iç çekişle, tahmin etmeye çalışıyorum onları buraya getiren şeyin ne olduğunu. Hiçbir ipucu vermiyorlar. Daha sonra anne aynı çekingenlikle fısıltıyla söylüyor dertlerini : ‘Kızımız yalancı oldu…’

Hepimiz Pinokyo hikâyesinden ya da ‘yalancı çobandan’ alışkınız çocukların yalan söylemelerine. Kimi aile için bu masum bir oyunken kimi aile için de alınlarına sürülen bir leke olmaktadır. Peki, nedir bu yalan ve çocuklar neden yalan söyler?
Türk Dil Kurumu yalanı; ‘doğru olmayan, gerçeğe uymayan söz’ olarak tanımlamaktadır. Çocuklar içinse yalan her yaş grubuna göre farklı farklı anlamlara gelebilmektedir. Üç yaşındaki bir çocuktan sözlüğü açıp yalan söylemenin anlamına bakmasını nasıl bekleyemiyorsak, yalana bizim atfettiğimiz anlamı atfetmelerini de bekleyemeyiz. Çocukların yalan söyleme nedenlerini daha iyi anlamak için çocukların ahlak gelişimine kısaca bir göz atmak gerekmektedir.

Hans İlacı Alsın mı Almasın mı? İşte Bütün Mesele Bu!

Ahlak gelişimi üzerine çalışmış Kohlberg’in meşhur sorusunu hemen hemen hepimiz bilmekteyiz. Kısaca özetlemek gerekirse; Hans’ın eşi hastadır ve bu hastalığın ilacı sadece bir eczanede yapılmaktadır. Ancak eczacı ilacı çok yüksek fiyatlara satmaktadır. Hans zar zor ilaç parasının yarısını borç alarak tamamlar. Eczacı masallardaki kötü kalpli cadılar gibi bunu kabul etmez. Bu devirde veresiye iş olmaz tabii. Bunun üzerine Hans, ilacı çalmaya karar verir ve bir gece eczaneye girerek ilacı çalar.
Bu hikâye çeşitli yaş gruplarındaki çocuklara okunmuş ve çocuklara Hans’ın ne yapacağı ve ceza alıp almaması gerektiği gibi sorular sorulmuştur. Kohlberg’den daha önce de Piaget çeşitli hikâyelerle çocukların ahlak gelişimlerine bakmıştır. Sonuç olarak birbirinden bağımsız olarak yapılan her iki çalışmada da benzer sonuçlar bulunmuştur.
Piaget’e göre iki yaş civarındaki çocuklar kural olmaksızın sadece oynamaktadırlar. İki – altı yaş arasındakiler ise kuralların farkındadırlar ancak kuralların ne amaçla konduğunu ya da onları neden izlemek gerektiğini anlayamazlar. Buna göre okul öncesi dönemde çocuklarda kural kavramı olmadığından ahlak da söz konusu değildir. Bu nedenle ahlak gelişimi altı yaşına kadar başlamamaktadır. Altı – on iki yaş arasında çocuk kuralların değişmezliğine inanmaktadır. Kayıtsız şartsız otoriteye uyma söz konusudur. Kurallara uymazsa bunun sonucunun ceza olduğuna inanır. On iki yaşından sonra çocuk yargıda bulunurken kuralları ihlal edenlerin niyetleri ve içinde bulundukları durumu da dikkate almaya başlar.
Piaget’in verdiği bu yaşların bilişsel gelişim ile de paralel olması tesadüf değildir. On iki yaş altı çocukların ‘soyut düşünmeye’ ulaşamadıkları düşünülmektedir. Buna göre bu yaş altı çocuklar sadece somut kavramlara odaklanmaktadır. Onlar için ceza, elinden oyuncağının alınmasıdır, gelecek hafta sinemaya gitmemek değildir. Böylelikle 12 yaş altı çocukların yalanın sonuçlarını kestiremeyeceği, o an somut olan cezadan kaçmak ya da ödül elde etmek için yalan söyledikleri düşünülebilinir.
Kohlberg de Piaget’e benzer ancak ondan daha ayrıntılı bir ahlak gelişimi tablosu çizmektedir. Ona göre; çocuklar önce otoriteye uyar ve cezadan kaçar. İyi ya da kötü olanı etkinliğin fiziksel sonuçları belirlemektedir. Her ne olursa olsun bireyin kendi ihtiyaçları daha önemlidir. Yaş ilerledikçe çocuk için iyi davranış başkalarını mutlu etmek demek olmaktadır. Kanunlara ve sosyal düzene uymak önemlidir. Ahlak gelişiminde son gelinen durum ise bireyin kendine özgü ahlak ilkelerini örgütleyebileceğidir. Bu ilkeler genellikle eşitlik, adalet ve insan haklarına dayalıdır.
Yapılan bir deneyde 3 ile 7 yaş arasındaki çocuklar bir odada yalnız bırakılmış odada bulunan müzikli oyuncağa dokunmamaları gerektiği söylenmiştir. Çoğu çocuğun dayanamayıp oyuncağa gittikleri görülmüştür. Daha sonra odaya giren yetişkinin ‘oyuncağa dokundun mu?’ sorusuna ise çocukların yaş düzeyleri ile doğru orantılı olarak yalan söyledikleri, yani yaşlar büyüdükçe yalan söyleme eğilimlerinin arttığı görülmüştür. Bu da küçük çocuklarda otoriteye uyma eğiliminin fazlalığını ve yaş büyüdükçe kendi çıkarları için yalan söylemenin arttığını kanıtlar bir bulgudur.

Aman Sus Baban Duymasın!
Tabii ki çocukların yalanlarını sadece ahlak gelişimlerine bağlamak haksızlık olacaktır. Ahlak gelişimin etkisi olduğu muhakkaktır ancak diğer başka değişkenlerde çocukları yalan söylemeye itmektedir.
Sosyal öğrenme kuramına göre; çocuklar çevresindekileri model almaktadır. Genelde bu model almada anne ve babayla gerçekleştirilmektedir. Atalarımızın deyişiyle armut dibine düşmektedir. Yetişkinler için beyaz olan yalanlar çocuklarda siyahlaşabilmektedir. Annesinin telefonda komşusuna ‘gelmeyi çok isterdim ama çocuk hasta’ gibi sözlerini duyan çocuk, yalan söylemenin bazen iyi bir davranış olabileceğini öğrenebilmektedir. Bu çocuğun okuldan kaçıp, ailesine ‘öğretmen hasta gelmedi’ demesi beklenmeyecek bir durum değildir.
Benzer şekilde anne - babalar evde oluşturulan çocuk ve ebeveyn arasındaki koalisyonlarda çocuğa işine geldiği zaman yalan söylemeyi öğretmektedir. ‘Bu dondurmayı yemene izin verdiğimi annene söyleme’ ‘Bu elbisenin fiyatını baban öğrenmemeli’ gibi masum (!) işbirlikleri çocuklara birbirine en çok güvenmesi gereken anne – babanın bile bazı durumlarda birbirlerini yalan söyleyebileceklerini ve bunun onun içinde geçerli olduğu mesajını vermekten başka bir işi yaramaz. Zira eninde sonunda dondurma yendiği ya da ay sonunda gelen faturadan elbisenin fiyatı anlaşılmaktadır.
Çocuklar yalanları renklere boyayamadıkları için onlar için yalanın pembesi, beyazı, siyahı, uygun zamanı ve yeri yoktur. Yetişkinlerden öğrendikleri tek şey ‘işine gelen durumlarda yalan söyleyebilirsin’ olmaktadır. Misafirlikte ‘burası çok kötü kokuyor’ diyen bir çocuğun susturulup ‘aaa olur mu öyle şey, ne ayıp’ sözlerini duyduktan sonra eve dönüş yolunda anne ve babasının evin gerçekten de kötü koktuğu üzerine yaptıkları yorumlardan sonra uğradığı şaşkınlığı tahmin edebilirsiniz.

Pitho ve Kairos, Dike’nin Huzurunda
Kandırma Tanrıçası Pitho ve Fırsat Tanrısı Kairos bir gün Adalet Tanrıçası Dike ile tartışmaya başlarlar. ‘’Sonucunda elde ettiğimiz haz kandırmanın, geçiyorsa ağırlığını cezanın, nesi kötü yalanın?’’
Hayatta hepimizin bildiği ve uyduğu çok genel bir ilke vardır; sonucunda bir şey elde ediyorsan o davranışı yapmaya devam et. Davranışçı yaklaşıma göre; eğer bir davranışı yapıyorsak bu o davranış sonucunda pekiştirildiğimiz içindir. Başka bir deyişle; eğer çocuk yalan söylüyor ve bu yalanı yetişkinler ya da arkadaşları tarafından destekleniyorsa çocuk yalan söylemeye devam edecektir. Babasına annesinin o gün dışarı çıkmadığını söyleyen çocuk, annesi tarafından okşandığı ya da hediyelere boğulduğu zaman bu davranışın doğru olduğunu öğrenecektir.
Çocuğun yalan söylemeye devam etmesi için illa sonunda ödül alıyor olması da gerekmemektedir. Yalan söyleyerek okuldan kaçan bir çocuk, yalanı ortaya çıktığında ceza alabilir. Ancak aldığı ceza okuldan kaçmanın verdiği zevke eşit değilse, o bu davranışı yapmaya devam edecektir. Tabii burada yanlış anlaşılmaması için belirtmekte fayda var; psikolojide ‘ceza’ dediğimiz olgu, genelde kullanılan fiziksel cezayı içermemektedir. Yalan söylediği için çocuğa fiziksel ceza vermek, ona şiddet uygulamak, yalan söylemesini engellemekten çok, yalan söylediği zaman yakalanmaması gerektiğini öğretir.
Yukarıda bahsedilen nedenler dışında da çocukların yalan söylemelerine birçok neden bulabiliriz; dikkat çekmek isteme, yalan ve doğruyu ayıracak bilişsel kapasitede olmama ya da tahmin edilemeyen bir patoloji olabilir. Önemli olan ebeveynlerin çocuklarını iyi takip etmesi ve çocuğun yalanları kendine ya da başkasına zarar verecek düzeyde ise bir psikologa / psikolojik danışmana başvurmaları gerektiğini bilmesidir.

KAYNAKÇA
Senemoğlu, N. (1997). Gelişim öğrenme ve öğretim: kuramdan uygulamaya. Spot Matbaası: Ankara
Talwar, V. & Lee, K. (2002). Development of lying to conceal a transgression: children’s control of expressive behaviour during verbal deception. International Journal of Behavioral Development. 26 (5), 436–444
Yörükoğlu, A. (1978). Çocuk ruh sağlığı. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları: Ankara
Wright D. & Croxen, M. (1976). Moral development: a cognitive approach. The Open University Press: London

11 Haziran 2010 Cuma

Toplumun Kurbanları mı Katilleri mi? : Seri Katillerin Gizemli Dünyası

Psi. Dan. Fatma ARICI
Psi. Dan. Selen DEMİRTAŞ

Birçoğumuzda dehşet ve mide bulantısı oluştursa da yine de merakımızın odak noktalarıdır seri katiller. Bizim gibi sıradan görünen bu insanlar nasıl bir canavar yüreği ve beyni taşıyabiliyorlar? Ama taşıyorlar…

Erkeklere karşı obsesif bir nefreti olan ve bu nefreti bir erkek gibi öldürerek besleyen
Aileen Wuornos da onlardan biriydi. Anne ve babası Aileen henüz doğmadan boşanmışlardı. Babası küçük bir çocuğa tecavüz etmekten ömür boyu hapse mahkum edildi ve hapisteki hücresinde kendini astı. Ağlayan mutsuz bebeklerine tahammül edemeyen genç anne Aileen ve ağabeyini kendi ailesinin nüfusu ve bakımı altına verdi. Altı yaşında Aileen, ağabeyi ile birlikte yanıcı gazlarla ateş yakıp oynadığı bir sırada, yüzünden yaralandı. On beş yaşına gelmeden hamile kaldı, oğlunu dünyaya getirdi ve evlatlık verdi. Büyük annesi birkaç ay sonra öldü. Bundan sonra Aileen okulu bırakıp o eyaletten bu eyalete otostop yaparak gezici fahişelik yapmaya başladı.

Aileen’in cinayetleri 1989 yılında başladı ve birbirini takip eden 6 erkek cesedi dizisi Walter Antonio’nun öldürülmesiyle son buldu. İlk hayal kırıklığını ebeveynlerinde yaşayan Aileen, son hayal kırıklığını da hayat arkadaşının polislerle işbirliği yapmasıyla yaşadı. Sürekli olarak masum olduğunu iddia eden ve başka mahkemeler talep eden Aileen, on yıl Florida’daki hücresinde kaldıktan sonra 9 Ekim 2002’de elektrikli sandalyeye oturtularak öldürüldü.

1960 yılında dünyaya gelen sarışın küçük çocuğun ise tüm çocukluğu ihmal edilmişlik
hisleri üzerine kurulmuştu. Ailesi sık sık çok şiddetli tartışan Jeffrey Dahmer, 6 yaşındayken erkek kardeşi David’in doğumundan hiç mutlu olmadı. Sekiz yaşındayken kendisinden yaşça büyük bir çocuk tarafından cinsel saldırıya uğradı. On yaşına geldiğinde Dahmer, küçük hayvanlarla deneyim yaşıyordu. Fareleri parçalıyor, tavuk kemiklerine asitler döküyor ve köpeklerin başını sopaya geçiriyordu. İlkokulda diğer çocuklar oyun oynarken düşüp yaralandıklarında Jeffrey gülüyordu.

Jeffrey’in problemli çocuktan seri katilliğe geçişi 18 yaşına geldiğinde anne ve babasının boşanmasıyla başladı. Aynı yıl Ohio Devlet Üniversitesi’ne girdi; ancak ilk döneminin çoğunu içki içerek geçirdi ve dönem sonunda Amerikan Ordusu’na yazıldı. Tıp uzmanlığı eğitimi aldı ve Almanya’ya gönderildi. Ancak alkol alışkanlığı devam etti ve 18 ay sonra madde bağımlılığı ve saldırgan tutumu nedeniyle okuldan atıldı. Bu tutumu, polisleri dehşete düşüren 22 Temmuz 1991 gecesine kadar giderek artarak devam etti.

Söz konusu gece yarısına doğru, kısa boylu siyah bir adam sol bileğinden kelepçe sarkar bir halde devriye arabasına koştu ve soluk soluğa kalmış halde yakınlardaki apartmanda bir garip adamdan bahsetti. Bir şeytanla birlikte olduğunu ve o adamın kendisini nasıl kocaman bir bıçakla öldürmek üzere olduğunu anlattı. Öyküsü, polisleri insan vucudu artıkları deposu olarak adlandırılabilecek bir daireye götürdü. Mide bulandırıcı bulgular arasında; buzdolabının raflarından birine konmuş bir insan kafası, bir dolaba doldurulmuş kafatasları, bir kovaya tıkıştırılmış vücut parçaları, bir sepet içinde çürüyen eller, asitle erimiş erkek bedenlerinin poloraid fotoğrafları, bir tencerede erkek cinsel organ parçaları ve bunun gibi daha birçok parçalanmış organ vardı.
Jeffrey Dahmer, toplam 936 yıl olmak üzere üst üste onbeş ömür boyu hapis cezasına mahkum edildi. Ancak cezası ve hayatı 1994 yılında başka bir mahkum tarafından dövülerek öldürülmesiyle sona erdi.


Tarih incelendiğinde, siyasi ya da kişisel sebeplerden ötürü işlenmiş kitle cinayetlerinin öykülerine sıklıkla rastlamaktayız. Ancak, bugün adına “seri cinayet” denen olgu, diğer cinayet türlerinden farklıdır. Üstelik yirminci yüzyılda giderek artış gösteren, toplumun huzurunu tehdit eden bu cinayetler, içinde bulunduğumuz çağda da olumsuz etkisini gösterecek gibi görünmektedir (Innes, 2006).

Seri katil; seri olarak birden fazla cinayet işlemiş olmakla birlikte bu cinayetleri işlemesinde etkili olan psikolojik saiklere, olay sonrası, olay yeri ve kurban motifleri yönü ile farklılık arz eden katilin psikolojik dengeleri, problemleri faktör olarak ortaya çıkan psikolojik dürtülerin gözlendiği katil tipidir (Kaygısız, 2009). Seri katiller, siyasi, kişisel ya da maddi sebeplerden ziyade, toplumun belirli bir kesimine duydukları şiddetli bir öfke sebebiyle cinayet işlerler. Bu cinayetlerin dünyanın her yerinde işlenmesi mümkün olmakla birlikte, özellikle Kuzey ve Güney Amerika’da yaygın olduğu; tüm dünya için ise bir toplumun düzenini bozacak bir tehdit olduğu gözlenmektedir (Innes, 2006).

Psikolog Micki Pastorius’a göre seri katiller, canavar değil; ruhları işkenceye maruz kalmış insanlardır. Kendilerini cinayete yönelten neden, içlerinde hissettikleri fantezilerin ateşlediği öne geçilmez saplantılardır. Bu fantezi ve saplantılar, onları işkenceye, cinsel tacize, bedensel tahribe ve ölüseviciliğe yöneltebilir.

Seri katillerin kişilik özellikleri ve yaşam öyküleri incelendiğinde, dışlanmışlık, aşağılık duygusuna sahip olma ve bunun intikamını alma isteği, problemli bir çocukluk geçmişi (cinsel saldırıya uğrama vb.), cinsel karmaşa yaşama gibi ortak özellikler gözlenmektedir. Bu ortak özellikleri bazı psikologların varlıklarını reddetmelerine karşın sosyal bilimciler; altını ıslatma, kundakçılık ve sadist eylemler olmak üzere üç ana belirleyici unsur (Mac Donald üçlüsü) ile ele almaktadırlar ve bu unsurlardan yola çıkarak da, küçük çocuklarda belirli davranışsal özelliklerin önceden saptanıp saptanamayacağı, çocukların durumu patolojik vakalara dönüşmeden onları rehabilite etmek üzere adım atılıp atılamayacağı üzerinde düşünmektedirler (Schechter, H. ve Everitt, D., 2006).

Seri katillerin karakteristik özellikleri

Seri katil, yakalanana kadar kendiliğinden öldürmeye son vermez.
İşlediği cinayetten zevk alır ve gittikçe zevk alma eşiği yükselir.
Seri katiller genelde tek başlarına çalışırlar.
Kurbanlarında genelde aşırı şiddet uygularlar.
Genellikle durmaksızın yolculuk yaparlar.
Hemen hemen hepsinde cinsel davranış bozuklukları ve intihara eğilim vardır. Büyük çoğunluğu da alkol veya uyuşturucu bağımlısıdır. Cinayetlerden önce bu maddelerden almışlardır.
Dışlanmışlık, aşağılık duygusuna sahiptirler. Bunun intikamını almak isterler.
Genellikle seri katillerin problemli bir çocukluk geçmişleri vardır. Cinsel saldırıya uğramış olabilirler veya normal giden hayat akışı aniden sekteye uğramıştır (Örneğin; ailenin boşanması, fiziksel veya duygusal istismara uğrama vb.).
Seri katillerin birçoğunun çocukluk döneminde cinsel karmaşa, aile içi şiddet ve dışlanma gibi bulgulara rastlanmaktadır.
Aile yapılarında parçalanma, düzensizlik, sık sık ortam değiştirme ve düşük sosyal statü çoğunluktadır.
Dissosiyatif kimlik bozukluğu pek çok seri katilde açık bir şekilde gözlemlenebilir.

Şiddetin Aşamaları

Doğuştan gelen genler, yaşanan psikolojik travmaların yanı sıra, kriminoloji uzmanı Athens, sosyal öğrenme kuramına benzer bir şekilde şiddetin ortaya çıkışında dört aşama bulunduğunu ileri sürmektedir (akt. Innes, 2006):

Şiddet Görme ve Vahşileştirme: Çocuk, saldırgan davranışlar sergileyen bir otorite figürüne şiddet ya da tehdit aracılığıyla boyun eğmeye zorlanır ve böylece, şiddetin uyuşmazlık durumlarında yatıştırma amacıyla kullanılabileceğini öğrenir.

Şiddet Eğilimi Gösterme: Şiddete daha fazla maruz kalmamak için çocuk, şiddete yönelir.

Şiddet Uygulama: Çocuk, şiddet içeren davranışlarıyla diğerlerinin korkusunu ve saygısını kazanır.

Şiddeti benimseme: Elde ettiği başarıdan heyecan duyan çocuk, insanlara şiddet uygulamanın onlarla geçinmenin en iyi yolu olduğuna karar verir.

İnsanı cinayet işlemeye kadar götüren süreç, görülmektedir ki doğum anından itibaren başlamakta ve özellikle çocukluk döneminde şiddet eğiliminin ilk sinyalleri verilmektedir. Ruh sağlığı çalışanları olarak bizler, giderek artan bu şiddet olaylarına karşı neler yapabiliriz? Kuşkusuz en büyük görevimiz önleyicilik ve koruyuculuk olacaktır.

Şiddet eğiliminin çocukluk yıllarında kendini ele vermesi, özellikle okul psikolojik danışmanlarının bu yıllardaki önemini arttırmaktadır. Akranlarla olan uyumsuzluk, içe kapanıklık, madde bağımlılığı, dürtüsel fevri olma, aşırı alınganlık, aile yapısının parçalanmış oluşu, istismara uğrama, hayvanlara eziyet etme olarak ortaya çıkan belirtiler en önemli risk faktörleri olarak görülmektedir.

Okullarda sosyal – duygusal yeterliliğe odaklı programların geliştirilmesi ve arttırılması (öfke kontrolü, çatışma çözme, problem çözme, empati geliştirme, stresle baş etme), okul–aile–psikolojik danışman işbirliğinin sağlanması ve aile danışmanlığının yaygınlaştırılması, istismara uğrayan çocukların korunmasının ve topluma geri kazandırma sürecine yönelik çalışmaların disiplinler arası bir şekilde artırılması v.b. çalışmaların yapılmasıyla bu risk faktörlerinin ortadan kalkmasına katkı sağlanacağı düşünülmektedir.

Kaynakça
Innes, B. (2006). Sadist katiller. İstanbul: Profil Yayıncılık
Kaygısız, M. (2009). Türkiye’de seri katiller: paralel cinayetler. Ankara: Adalet Yayınevi.
Schechter, H. & Everitt, D. (2006). A’dan Z’ye seri katiller ansiklopedisi. Ankara: Phoenix
Yayınevi.

NOT : Bu yazı Popüler Psikiyatri dergisinde yayınlanmıştır.

20 Mayıs 2010 Perşembe

Geride bıraktıklarımsa beni hatırlatan
Unutulmuş olmalıyım çoktan...

Ölüm korkusunu yenmek içinmiş insanların yarattığı eserler. Kimi; çocuk eserler bırakırmış, kimi anıtlar, kitaplar... Arkanda iz bıraktıkça yüzleşirmişsin yok oluşunla.
Ölümün karşısına geçip 'Bak işte beni yok edemedin. Ben hala varım. Çocuğumun anılarında, öğrencilerin okudukları kitaplarda... Ben hala varım' diyebilmek içinmiş tüm bu koşuşturmalar. Ürettiğin kadar varsın, tükettiğin kadar yok olursun bu hayatta...
Şimdi bir düşün. Sen ne iz bıraktın bu dünyaya? Yarın belki öbür gün ölüm geldiğinde karşına diyebilecek misin ki 'ben hala varım, seninle birlikte yok olmayacağım...'

Ben gittiğimde bu şehirden
Hiç bir iz kalmayacak benden
Belki sessiz, belki sevimsiz olacak gidişim
Yokluğun içinde şöyle olacak son sözlerim:

Geride bıraktıklarımsa beni hatırlatan
Unutulmuş olmalıyım çoktan...

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Günde 20 Dakika Yazmak Stresi Azaltıyormuş!

Yapılan bir araştırmaya göre, haftada dört gün, 20 dakika boyunca stres yaşadıkları olayları yazan insanların stres düzeylerinde azalma olduğu ortaya çıkmış. Hem de bu kişilere kan testi yapıldığında da bağışıklık sistemlerinde güçlenme olduğu tespit edilmiş...
Eeee artık haftada dört gün yazı yazmak bize farz oldu... :)

16 Mayıs 2010 Pazar

Belki....

Anlam veremediğin, kendine yakıştıramadığın şeyler düşündüğün anlar oldu mu hiç? Şeytanın bile aklına gelmeyecek şeyler.. düşünceler kafanda şekillenmeye başlar başlamaz utançla kafanı yere eğip, onları kovmaya çalıştın mı? Saklandığın o “iyi” maskenin düşüp, içindekilerin etrafa saçılacağından korktun mu hiç?Hani en neşeli kahkahalarını atarken, aklına birden üşüşen ve bir şeylerin ters gittiğini sürekli tekrarlayan plaklar vardır ya, onları durduramadığın anlar oldu mu? İnsanlardan sakladığın, en kötüsü kendinden sakladığın, belki de asla kabul etmeyecek olduğun benliğinin karanlık tarafının sana ihanet ettiği oldu mu? Belki de bu sen değilsindir. Yaptığın her şey sahte, bir yanılsama belki de... bastırdığın onca şey seni sen yapanlar belki de.. arkana dönüp baktığında bir avuç boşluktan başka bir şey göremeyeceksin belki de.. Önceden milyon kez oynanmış bir oyunu baştan oynuyorsun. Sana verilen – senin seçmediğin – bir rolün içindesin belki de.. doğaçlama yapmana izin yok. Rolünü iyi yaparsan alkışlarla ve için bomboş bir şekilde iniyorsun sahneden. Orijinal sandığın her şey rolündür belki de. Düşündüğün her şeyi daha önce milyon insan düşünmüş, hissettiklerini hissetmişlerdir. Okuduğun bu satırlar milyon insan tarafından yeniden ve yeniden yazıldı belki de...

Hoşgeldimm

Bu bir denemedir... Hoşgeldim net dünyasına....